İTTİHATÇILIK NEDİR?
Yazar: Münir R. Aktolga
Kitap kağıdı.
13,5X21 298 Sayfa
“Hatıralar” yayınlanalı beş yıl olmuş!..[1] “Nereden başlamıştık nerelere gitti işin ucu” diyerek yaşanılan süreci anlatırken varılan sonuçları da dile getirmeye çalıştığım bu çalışmada daha girişte kendimi ve bizim kuşağı şöyle tanımlıyordum:
“Bu sürecin aktörleri olarak bizler belki farkında olmadan toplum mühendisliğine soyunan sübjektif idealist-pozitivist gençlerdik; daha açık ifade etmek gerekirse, tipik Jöntürklerdik;[2] ama niyetimiz konusunda kimse bir şey söyleyemez. Bizler, insanın insan tarafından sömürülmediği sınıfsız bir toplum için yola çıkmıştık. Öyle ki, bu uğurda her şeyi, kendi hayatımızı bile feda etmeye hazırdık. Hiç birimizin yola çıkarken kişisel menfaat hesabı yoktu…” (Kitabı okudukça neden bu ifadeyle başladığımı daha iyi anlayacaksınız!..)
Evet, konumuz, bize özgü tarihsel bir kavram olarak “İttihatçılık”. Bize özgü diyorum, çünkü onu bizim tarihsel evrim sürecimizden soyutlayarak kavramak ve bir yere oturtmak mümkün değil! Neden mi?..
Kitabın başlığında “ittihatçılık” = “tarihsel devrimcilik ruhu” + pozitivizm demiştik. Buradaki bileşenlerden biri olan “pozitivizm” Batı kökenli bir kavram; onun ne olup olmadığını bir ölçüde herkes biliyor, ama “tarihsel devrim-devrimcilik” kavramı öyle değil; onu bizim de içinde yer aldığımız ve yapılmasına katkıda bulunduğumuz antika tarihin akış sürecinden soyutlayarak anlamak ve açıklamak mümkün değil. “İçeriye yönelik tarihsel devrimcilik ruhu” ise, bu geleneğin yaşamı devam ettirme sürecinin nelere kadir olduğunun göstergesi olarak “kendini değiştirme” sürecinde bir tür “kültür ihtilalciliği” (“Batılılaşma”) şeklinde anlam kazanması…
Evet, elinizdeki çalışma bu iki kavram üzerinde yoğunlaşacak. Ama bizi ilgilendiren, onların tarihsel ve felsefi içerikleriyle birbirleriyle olan ilişkileri ve etkileşimleri, bu etkileşimin sonunda ortaya çıkan sonucun -yani bugünün gerçekliğini oluşturan bizlerin- varoluş ve gelişme diyalektiğimiz…
Kitaba, konuyla ilişkisi açısından çok önemli gördüğüm iki diğer çalışmayı da koydum. Bunlardan birincisi “çok kültürlülük ve kimlik sorunu” üzerine; diğeri ise, kültürel etkileşmeyle birlikte yeni bir kültürün ortaya çıkışına tarihimizden bir örnek…Bunu da “Şamanizm + İslam = Tasavvuf olarak açıklamaya çalıştım…
NE DERSEK DİYELİM, TARİHLE HESAPLAŞMADAN DAHA İLERİYE GİDİLEMEZ!..
Çünkü, tarihle hesaplaşmak bir tür toplumsal psikoanaliz, buna bağlı olarak da psikoterapi rolünü oynayacaktır bizim için!..
Şerif Mardin’in “Çevre” adını verdiği toplumsal tabakanın içinden gelen bir kesimin temsilcileri (benim “Siyahtürkler” dediğim insanlar[3]) Kemalist-“Beyaztürkleri” eleştirirken bunun yanı sıra, “ecdadımıza sahip çıkma” adına, başta “II.Abdülhamid Han” olmak üzere Osmanlı Sultanları’na da sahip çıkıyorlar, onları yere göğe sığdıramıyorlar!.. Onlara -onların Saray Kültürüne- hiç söz söyletmiyorlar! Sanırsınız ki, “Batılılaşma denilen kültür ihtilalinin” bütün “suçu” “Kemalist Beyaztürklere” ait!.. Osmanlı -Osmanlı Saray Kültürü- bu açıdan pürü pak!..
Ben de tuttum, öyle fazla araştırmadan bu konuyu internete sordum, bakın karşıma ne çıktı!..
“Türkiye topraklarında Batılılaşma çabalarının kökeni bazı genel geçer görüşlerin aksine Cumhuriyet dönemine değil 19. Yüzyıl. Osmanlı’sına dayanıyor. Güçlü Osmanlı Musikî geleneğinin göz ardı edilmeye başlanması da yine doğrudan Cumhuriyet’le başlamış bir süreç değildir. Batı tarzı çok sesli müziğin saray çevrelerinde zaman içinde ne denli yer ettiğine bir örnek olarak II. Abdülhamid ve onun opera sevdası verilebilir. Öyle ki, Abdülhamid dönemin meşhur Avrupalı sopranosu Blanche Arral’ı sarayda özel konserler vermesi için İstanbul’a davet etmiş. Cumhuriyet döneminde şark müziği bölümünün kapatılmasıyla (1926) eleştirilen Darülelhan’ın (konservatuar) aslında yalnızca 1917’de açılmış olması ve II. Mahmut döneminde (1808-1839) kapatılan Enderûn ve Mehterhane’nin ardından 100 yılllık bir süre boyunca Osmanlı müziğinin kurumsal bir yapı altında gelişememiş olması batıcılığın müzik alanında da Cumhuriyet öncesine dayanıyor olduğuna verilebilecek diğer örnekler”...[4]
Devam ediyoruz:
“-Sultan Abdülaziz’in bestelerinden birinin adı “Invitation a la Valse” yani “Valse davet”tir.
-Abdülhamid Han Hazretleri, alaturka musikiden hoşlanmazdı, “Uykumu getiriyor” derdi, alaturka yerine alafranga müziği tercih ettiğini söylerdi.
-Yine Abdülhamid Han Hazretleri, piyano ve yaylı kuartetlerden hoşlanır, opera ve operetleri pek severdi.
-Yine Abdülhamid Han Hazretleri, Fausto Zonaro adlı İtalyan ressamı “saray ressamı” olarak görevlendirmiş idi...
-Sultan Beşinci Murad da piyanosu başında “Mi bemol majör vals” adlı Viyana valsi türünden parçalar bestelemiştir.
- Sultan İkinci Mahmud döneminde meşhur opera bestecisi Geotano Donizetti’nin ağabeyi Giuseppe Donizetti, padişahın müzikten sorumlu baş eğitmeni makamına getirilmiştir.
- Franz Liszt var ya... Hani şu meşhur bestekâr... Hah işte o Çırağan Sarayı’nda Hanedan’a nice resitaller vermiştir.
- Fehime Sultan ve Şehzade Burhaneddin Efendi, Batı müziği formunda besteler yapmışlardır“...[5]
Peki bu neden böyledir, „Siyahtürkler‘in“ kafalarındaki, gerçeğe uymayan bu „Osmanlı-ecdadımız“ aşkının kökenleri nelerdir?..
Olay dönüp dolaşıp gelip Osmanlı gerçeğine dayanıyor. Nedir Osmanlı? Tamam, “atalarımız” falan deyip duruyoruz da, antik bir yapı-bir sistem olarak nedir Osmanlı? Ve neden, nasıl “hesaplaşmamız” gerekiyor onunla-geçmişimizle? “Tarihimizle hesaplaşmanın” bugünle ilişkisi nedir? Tarihimizle hesaplaşmak neden kendi kendimize yapmamız gereken bir psikoanaliz olduğu kadar bir psikoterapidir de?..
“Bismillah” der gibi her olayı açıklarken başvurduğum bir yöntemim var benim: “Yeni, daima eskinin içinde onun diyalektik anlamda inkârı olarak doğar, gelişir; sonra, eski ‘kendi varlığında yok olurken’ o da yeniyle birlikte yeniden doğmuş olur”...
Ama, bu açıdan baktığımız zaman “yeni Türkiye’nin” doğuşu, örneğin bir yumurtadan civcivin çıkması gibi basit-normal bir doğum olayı değildir!.. Değildir, çünkü içinden çıkıp geldiğimiz “eski”, yani Osmanlı -döllenmiş bir yumurta gibi- “normal”, kendi iç dinamikleriyle kendi kendini üretebilen bir toplum-sistem değildi! Kelimenin tam anlamıyla kısır bir toplumdu-sistemdi o; daha başka bir deyişle, Doğu’lu-antik bir İbn-i Haldun toplumuydu! Böyle toplumların diyalektiğini daha önce yayınlanan kitabımızda bütün ayrıntılarıyla ele almıştık…[6]
Osmanlı gibi antik toplumların yaşam süresi (İbn-i Haldun ustanın da belirttiği gibi) yaklaşık 120 yıldır! Nitekim, 1. Osmanlı Devleti de 1402 Ankara Savaşı’yla -Timur’un “barbar vuruşuyla”- sona ermiştir. Daha sonra, İstanbul’un fethiyle birlikte yeniden kurulan 2. Osmanlı Devleti’dir aslında! Fakat daha sonra, Bizans’ı fetheden Fatih ondan Devletin ömrünü uzatmak için gerekli olan hayat iksirini de alır ve yeni bir “barbar vuruşuna” yol açarak Devlet için tehlike teşkil edebilecek bütün o “uç beyliklerini” yok eder! Tabi sadece bu da değil! Doğu’dan-Orta Asya’dan gelebilecek Timur falan gibi başka bir “barbar” da kalmadığı için, bu kez Osmanlı’nın ömrü İbn-i Haldun’un biçtiği 120 yılı geçer! Daha ötesine girmiyorum. Az önce verdiğim kaynağa bakarsanız bütün bunlar orada ayrıntılı olarak var…
Sonra ne olur peki? Batı girer devreye! Ve Batı’da kapitalizm geliştikçe Osmanlı’nın antik dünyası da eski varoluş koşullarını adım adım kaybetmeye başlar! Başka yolu kalmamıştır artık, antik dünyanın içinden yeni bir dünya -kapitalizmin dünyası- çıkıp gelmektedir!..
Osmanlı neden kısır bir toplumdu?..
Hepsi ve daha fazlası kitapta...
[1] “Hatıralar”, https://www.aktolga.de/rem_turk.html
[2] „Sosyalist devrim” yapmaya soyunmuş tipik III. Kuşak İttihatçı sosyalist-Jöntürklerdik!..
[3] Onlar kendilerini “Türkiye’nin zencileri bizleriz” diye tanımlıyorlardı…
[6] https://www.aktolga.de/z9.pdf “Osmanlı’dan Bu Yana Türkiye’de Kapitalizme Geçiş Diyalektiği”